Blog - book


Biraz da yazalım

İyilik Üzerine


Merhaba!!

Her ne kadar uzun zamandır bıraktığım kalemimi bu yazı ile tekrar ele almaya karar verdim demek istesem de işin aslının bu şekilde olmadığını tahmin ediyorsunuzdur. Bildiğiniz gibi en azından orta kalite bir yazı yazabilmek için düşünmek, düşünmek için de hatırı sayılır bir zamana ihtiyaç duyulur. Bu zamanın ise günlük koşuşturmamızın içerisinde nadiren yakaladığımız beş ya da on dakika değil de daha uzun bir süreci kapsaması gerekiyor. Son günlerde düşünebilecek bu zamana sahip olabildim ve onca şey varken nedendir bilmem istemsizce bu konuda yoğunlaştım. Her ne kadar sonradan görme felsefeci olsam da bu yazı, şu filozof bunu demiş, diğer filozof da buna karşılık şunu demiş şeklinde olmayacak. Amacımız okuyan herkesin bu yazının bir yerlerinde kendini bulabilmesi olacak, ya da en azından ben öyle umuyorum diyelim :)

İyiliğin ne demek olduğunu herkes bilir çünkü çocukken bizlere ilk öğretilen kavramlardan birisidir. Basitçe tanımını yapacak olursak iyilik; karşılık, övgü veya ödül beklemeden söylenen söz veya yapılan yardımdır diyebiliriz. Hepimize öğretiliyor olması, herkesin aynı şekilde yorumlayacağı anlamına gelmiyor tabiî ki. Bir çocuğun ve bir yetişkinin ya da bir fakirin ve bir zenginin bu konuda farklı düşündükleri aşikardır. Üç yaşındaki bir çocuğun; elimdeki krakeri diğer çocuklar ile paylaşayım, yarın onlar da bir şeyler getirdiğinde ben de onların getirdiklerinden otlanırım diyerek paylaşım yaptığını düşünemeyiz. Aynı şekilde fakir bir ailenin kendileri ile aynı durumda olan başka bir aileye yapabileceği küçük bir yardımda karşılık beklemediğini, o ailenin durumunu anlayıp gerçekten içlerinden geldiği için bu iyiliği yaptığını düşünmek daha olasıdır.

Karşılık bekleme durumuna değindik, şimdi bunu biraz açalım. Aslında rasyonel düşündüğümüzde, senin için bir şey yapmışım, sen de benim için bir şey yapmalısın demek kulağımıza yanlış gelmiyor. İyiliğimin karşılığını vereceksin, vermiyorsan bile en azından bu iyiliği yaptığımı birileri görecek ve bu sayede benim ne kadar iyi biri olduğumu anlayacaklar. Hem ben kazanacağım hem de iyilik yaptığım kişi kazanacak win-win durumu. Ancak burada gözden kaçan bir şey var ki o da bu olayın zaten daha en baştan iyiliğin tanımına ters düşmesidir. Neden ters düştüğü gayet açık, biz neden karşılık bekleme eğilimini gösterdiğimizle ilgilenelim. Çünkü günümüz toplumunda karşılıksız bir iş yapmak enayilik sanılıyor diyerek konuyu geçiştirmeyeceğim çünkü bu işin tarihi çok daha eskilere uzanıyor. Hatta bu konuda atasözümüz bile var; iyilik yap denize at, balık bilmese Halik bilir. Yani illa birilerinin bileceğini bilmemiz gerekiyor ve bu sanki bize bir tatmin hissi sağlıyor. Ama Halik zaten her şeyi bilen olduğundan ve iyiliği ne niyetle yapacağımıza başından beri hakim olduğundan, onu bu denklemin dışında bırakabiliriz. Yani ne oldu atalarımız aslında basit bir kelime oyunuyla lafı; iyilik yap, denize at, balık bilmese yapacak bir şey yok demeye getirdi ki olması gereken de zaten budur.

Peki işin gerçeği ne, neden insanlar iyiliklerinin bilinmesini isterler? Cevap basit, çünkü iyi biri olmak gerçekten zordur. Bir anda sabah yataktan kalkayım, iyilikler yapayım ve herkes beni iyi biri olarak bilsin diye bir şey olamaz. Çünkü iyi biri olmak zaman alır, üst üste konularak belirli bir süreç içinde inşa edilir. Yani genel olarak; Mert iyi bir insan demek için Mert’in yaptığı birkaç iyi davranış yeterli olmaz. Önce Mert’in seceresi ortaya dökülür ve küçüklüğünden beri gerçekleştirdiği tüm eylemler hesaba katılır, ondan sonra iyi olup olmadığı söylenir. Ancak kötülük öyle değildir, kırk yaşına kadar iyi bir şekilde yaşamışsındır ancak yaptığın tek bir kötü davranış, istemsizce bile olsa o kırk yılı çöpe atar ve hesap kesilir; Mert kötüdür. Yani Mert yıllar boyunca iyi biri olmak için emek verecek ve bu doğrultuda iyilikler yapacak sonrasında karşılık beklemeyecek öyle mi? Haha, evet aynen öyle. Bu şekilde söyleyince harbiden enayilik gibi geliyor. Ancak bu durumu şu şekilde ifade edersek daha farklı bir bakış açısı kazanabiliriz; Mert iyi biri olmak için çabalamıyor, normal hayatını yaşıyor. Ancak Mert o kadar erdemli yetişmiş düzgün bir birey ki, hareketleri toplumun iyilik algısına zaten uyuyor, bu durumda Mert iyilik yapmak için kendini zorlamamış oluyor. Bu şekilde Mert’in karşılık beklemesine de gerek kalmıyor, tıpkı başlangıçta anlattığımız küçük çocuk örneğinde olduğu gibi. Problemi sanki biraz hızlı çözdük gibi ancak daha sadece başlangıç yapmış olduk, haydi devam edelim.

Ne oluyor da o çocukluktaki iyi halimizi kaybediyoruz; aslına bakarsanız buna net bir cevap veremeyiz. Her insanın aklı farklı şekilde çalıştığı, hayatı boyunca farklı girdi ve çıktılardan etkilendiği için bunun cevabını bilebilmemiz mümkün olmuyor, çünkü parametreler devamlı değişiyor. Şöyle bir düşünürsek, sabah kalkıp elini yüzünü yıkamaya giderken küçük parmağını kapıya çarpıp içi öfke ile dolduğu için bundan sonraki hayatını kötülüğe adayacak insanların olabileceğini bile hayal edebiliriz. Ancak ortak noktanın, kişilerin iyi olmasına rağmen kötü bir durumla karşılaşmaları ve bundan sonra bir değişim geçirmeleri olduğu açıktır. İyi insanların karşılaştıkları bu kötülük ve sonuçlarıyla nasıl baş ettiği onların daha sonraki hayatındaki yol haritasını belirleyecektir. Ya buna karşılık verip kötü olacak ki bu en kolay yoldur, ya kötülüğü hazmedecek ve diğer insanların iyiliği hak etmediğini düşünerek iyilik yapmayı bırakacak, ya da karşılaşacağı diğer bir kötülüğe kadar bu kötülükle baş edecek, bir daha aynı kötülükle karşılaşmamak için gereken önlemleri alacak ve kendi iyiliklerine devam edecek. Gerçekten zor değil mi? Evet yazarken ben bile zorlandım, bir de bunu uygulamak gerekecek. İşte tam da bu nedenle iyi olmanın bir inşa işi olduğunu söylemiştik.

O zaman akıllardaki soruyu sorayım: Tamam da hep mi bu şekilde olacak? Aslında nasıl olacağına her kişi kendisi karar verebilir. Bahsettiğim gibi gereken önlemleri alırsa ve buna uygun bir çevre düzenlerse yan etkileri minimuma indirebilir. Tamamen yok edemez çünkü bir toplum içinde yaşıyoruz ve kendi çevremizden topluma bir taş atılmasa bile, dış çevreden bize bir taş gelmeyeceğinin garantisi bulunmuyor ne yazık ki. Bu demek değildir ki kendi çevremiz dışındakilere devamlı kuşku dolu ve potansiyel kötü olarak yaklaşmamız gerekiyor. Yaklaşım tek kelime ile yazılmasına rağmen aslında içerisinde çok daha komplekstir. Yaklaşım analizleri yapabilmek için ne zaman çevremde bir öğretmen görsem dayanamam sorarım; öğrencilerinizle ilk tanışınca onların kanaat notunu 0’dan mı yoksa 100’den mi başlatırsınız? Daha açık olmak gerekirse öğrencileriniz karşınıza ilk defa çıktıklarında onları kocaman bir 0 puan olarak görür ve dönem sonuna kadarki hal ve hareketleri ile 100 puana mı yaklaştırırsınız yoksa öğrencilerle ilk karşılaşınca onları direk 100 puan olarak görüp yanlışlar yaptıkça 0 puana mı düşürürsünüz? Bu durum normal hayatta yeni tanışan iki kişi için de geçerli olabilir, ilk buluşmada karşınızdakinin iyi olduğunu mu düşünürsünüz yoksa kötü olduğunu mu? Ne yazık ki bu sorunun sadece tek bir cevabı yok. Felsefenin güzel yanı da bu zaten, sadece tek bir doğru yok, herkesin kendine göre bir doğrusu var. Ancak gerçek her zaman bir tanedir onu bir kenara koyalım. Madem sorunun tek bir doğru cevabı yok, neden millete bu soruyu soruyorsun diyecek olursanız, sadece o kişinin bu konuya bakış açısını merak ettiğimi söyleyebilirim. Bana gelecek olursak da, ben kişileri 100’den başlatmayı tercih ederim, böylelikle onlara karşı önyargılarımı kenara bırakmış bir şekilde yola çıkmış olurum. Ayrıca ben de başkalarının benimle tanışırken bu şekilde yaklaşmalarını isterim.

İyilikle yaklaşma konusunda nedense maddi durumu iyi olmayan insanlar daha başarılı görünürler. Ellerinde avuçlarında olmamasına rağmen iyilik yapmaya çalışırlar. Oysaki zenginlerin daha iyiliksever olmaları beklenir, hem neden beklenmesin ki sonuçta bir sürü imkana sahipler. Genellikle böyle düşünürüz, çünkü iyilik günümüzde daha çok maddi yardım olarak algılanıyor. Bu algının neden doğru olmadığından ve zenginlerin neden birleşip türlü iyilikler yaparak insanları açlıktan kurtarmadıklarından konuşalım. Bunun nedenini hepimiz az çok biliyoruz, paralarını çok seviyorlar değil mi? Olabilir, ancak biz farklı bir açıdan bakalım. Konuya ışık tutması için çok önceden duyduğum ve bu nedenle tamamını hatırlayamadığım şu hikayeyi anlatmaya çalışayım: Aşırı zengin bir adam varmış ve akla gelebilecek her şeye sahip olan bu adam zamanla sıkılmaya başlamış. Bu nedenle kılık değiştirerek zaman zaman insanların arasına karışıyormuş. Günlerden bir gün gezerken yine onların nasıl sefalet içinde yaşadıklarını görmüş ve şatosuna geri dönünce içini bir huzursuzluk kaplamış, uyuyamamış, insanlara nasıl yardım edebileceğini düşünmüş durmuş. Sonunda mal varlığının bir kısmını muhtaç insanlara dağıtmaya karar vermiş. Bir süre sonra tekrar gezintiye çıkmış, yardımı yapmasına rağmen halkı yine muhtaç görmüş ve onlara bir şeyler daha dağıtmış. Bu olay aynı şekil birkaç defa devam etmiş ve adam en sonunda şatosu hariç her şeyini elinden çıkarmış. Bakmış halk yine aç ve evsiz, kendi şatosunu da onlara bağışlamış. Terk edilmiş bir ev bulmuş ve orada yaşamaya başlamış. Yağmur suları, yıkılmış çatıdan üzerine damlarken titreyerek halen muhtaç insanlar için daha fazla ne yapabileceğini düşünüp uykularını kaçırmaya devam ediyormuş. Bir gün yine gezerken kadının birini, kalbinden rahatsız oğlu için yardım dilenirken görmüş. Adam gidip hastanede yatan o çocuğu görmüş ve isimsiz bir şekilde kalbini çocuğa bağışlamış. Son iyiliğini de yapan adam hayata gözlerini kapamış. Evet, hikayenin özü bu şekilde ve sanırım içindeki dersi çıkarmamız için yeterli. Anlamamız gereken şu ki, bu iş birkaç zenginin bağışı ile halledilebilecek basit bir iş değil, bir sistem sorunudur. Problemin çözümü için sistemin kendisinin değişmesi gerekir. Aksi halde dünyanın bu mevcut sisteminde iyilik yapmaya çalışan zenginlere izin verilmeyecek, hadi verildi diyelim, bu defa da yardımları yapan zenginler bertaraf edileceklerdir. Belki de bu yüzden zenginler alt kesimdekilere her daim soğuk, duygusuz ve sert görünürler.

Dayanamayacağım bir hikaye daha anlatacağım, bu sefer daha bilindik bir hikaye olacak: Adamın biri deniz kenarına yaklaştığında sahilin boydan boya karaya vurmuş deniz yıldızları ile dolu olduğunu görür. Bu olaya üzülür ancak elinden gelecek bir şey olamayacağını düşünür. Adam sahil boyunca yürümeye devam eder, ileride yıldızları elleriyle teker teker alıp tekrar denize atan başka bir adam görür. Yaklaşır ve nefes nefese kalan o adama bu yaptığının anlamsız olduğunu zaten hepsini kurtaramayacağını anlatmaya çalışır. Yıldızları toplayan adam ise elindeki bir yıldızı daha denize attıktan sonra döner ve bak bir tanesi daha kurtuldu der. Evet, bu hikayemiz de burada bitiyor. Mantık bakımından diğeri ile benzer olduğunu söyleyebiliriz. Bize burada tek bir iyiliğin bile işe yaradığı ve değişim yaratabileceği anlatılmaya çalışılıyor, evet yaratıyor da. Ancak yeterli midir diye sorarsak, değildir. Peki bu durum bizi iyilik yapmaktan alıkoyar mı, tabiki hayır. Az sonra hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceğinden bahsedeceğiz. Burada değinmek istediğimiz sadece; hiç kimsenin insanların muhtaçlık çekmesinin nedeni ile ilgilenmemesi veya neden yıldızların karaya vurduğunu araştırıp belki bir çözüm bulmaya yönlendirilmemesidir.

Neyse fazla derine inmeyelim, sistem sorgulama işini başka zaman yaparız, bizim amacımız burada basit bir deneme yazabilmek. Şimdiye kadar iyi biri olma işinin zorluklarından bahsettik, içleri kararttık belki, şimdi biraz da olayın diğer ve daha aydınlık yüzüne bakalım. En başta şunu bilmemiz gerekiyor ki; hiç kimsenin %100 iyi birisi olmasına, bir rahip, bir keşiş veya bir peygamber gibi davranmaya çalışmasına gerek yoktur. Bu nedenle kendimizi çok da kasmamalıyız, kötülük yapabilecekken ve bu güce sahipken yapmamanın zaten başlı başına bir erdem olduğunu hatırlamalıyız.

Şimdi çıkıp da kötü biri değilim ancak iyilik de yapmıyorum demeyin. Çünkü gün içerisinde o kadar çok iyilik yapıyoruz ki, kimi zaman bunların farkında bile olamıyoruz. Bir yaşlının karşıdan karşıya geçmesine yardım etmek veya alışveriş poşetlerini taşımak alın size iyilik. Kaybolan birine yol tarif etmek veya minibüste birisine yer vermek alın başka bir iyilik daha. Çünkü bunları yaparken kaybolan kişiyi ilerleyen bir zamanda bulup ona bir şeyler sorabilmek için veya minibüste yerimizi verdiğimiz kişiden başka bir zaman onun yerini isteyebilmek için yapmadık, yani onun için yapmadığımızı umut ediyorum :) Yoldan geçerken belki de işleri iyi gitmeyen esnaf amcaya bir merhaba dediniz ve ufak bir muhabbetle yüzünü güldürdünüz, alın size bir iyilik daha. Birisine ne kadar güzel veya yakışıklı olduğunu söylediniz ve onun gününü özgüven ile geçirip başarılı olmasına yardımcı oldunuz, gayet iyi gidiyorsunuz. Bir hayvanı beslediniz ya da bir bitkiyi suladınız ne güzel. Yahu bırak bunlar da iyilik mi derseniz daha da güzel. Çünkü iyilik yapıyorsunuz ve bu iyilikler size o kadar küçük şeyler geliyor ki onları iyilikten bile saymıyorsunuz.

Bu iyilikleri yaparken herkesin bunları görmesinin ve anlamasının gerekli olmadığını bilerek yapmalıyız. Bir söz vardır; iyiliği yalnızca iyiler anlar ancak kötülüğü herkes. Bize lazım olan da bu zaten, iyilerin yaptığımız iyiliği anlaması. Çünkü iyiler görecek ve anlayacak ki kendi gibi iyi insanların varlığından haberdar olacaklar. Her zaman iyilik yapan konumunda olmayacağını bilecek, bir gün hiç beklemediği bir anda ona da iyiliğin ulaşabileceğini görecekler. Yapılan iyiliklerin bağıra bağıra olmasa da kulaktan kulağa sessizce yayıldığını hissedecekler.

İyilik konusu öyle bir konu ki hakkında saatlerce konuşulabilir, tonlarca örnek verilebilir. Biz kısa bir yazı olmasını hedefledik ancak biraz uzattık, halen bizimle olanlara sevgilerimi gönderiyorum. Ancak yazının başından biraz, sonundan da biraz okuyanlar için burada bir toparlama yapalım, zamanımız değerli sonuçta. Önce iyi birisi olmanın kolay olmadığını, bunun bir inşa işi olduğunu konuşarak içimizi kararttık. Sonrasında her hareketimizin iyilik içermesine veya doğru olmasına gerek olmadığından bahsederek karartıyı az da olsa kaldırdık. Farkında olmasak da her gün küçük iyilikler yaptığımızdan bahsettik. İyiliğin daha çok zenginlerin yapması gereken maddiyatla ilgili bir eylem olarak algılanmasının yanlış olduğunu ve herkesin kendi kararınca iyilikler yapabileceğine dair örnekler verdik. İyilikleri herhangi bir karşılık veya övgü beklemeden yaptığımızda, biz topluma ifşa etmesek bile zaten bir şekilde görüldüğünü ve yayıldığını anlatarak sona ulaştık. Umuyorum ki karartıyı tamamen ortadan kaldırdık. İyilik yapmanın bir enayilik değil de erdem olduğu yönünde anlaşmaya vardık.

Kapanışı yapalım artık; insan kendine karşı iyi olmadan başkalarına karşı da iyi olamaz. Herkes kendi hayatının başrolüdür, çünkü bu onun hikayesidir. İnsanlar kendilerine haksızlık etmemeli, iyilik yapmaya ve iyilik görmeye layık olduğunun farkına varıp ona göre yaşamalıdır.

Saygılarımla..



Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ısığından bir şey kaybetmez..

Kategoriler


> platon

> descartes

> mert-yazi